thirdwave

Codeberg Main

Şehir Tercihi

The Technium Blog, Kevin Kelly makalesi

Şehirler aslında teknolojik ürünlerdir; hatta onlara insanoğlunun ürettiği en büyük teknolojik ürün denebilir. Şehirlerin dünyada yarattığı etkiyle, içlerinde yaşayan insan sayısı birbirine oldukça orantısızdır, su grafikte gösterildiği gibi. Bu grafiğe göre tarih boyunca tüm dünyada şehirde yaşayan insanların yüzdesi %1, ya da %2 civarında seyredegelmiştir. Fakat diğer yandan tarihte "kültür" denecek neredeyse her şeyin şehirlerin içinde doğduğunu biliyoruz. Ne de olsa, konuşma dilinde şehir (city) ve medeniyet (civilization) kelimeleri aynı kökten geliyor. Ama bunu söylerken günümüzdeki innovasyon merkezlerini (technium) ortaya çıkaran dehşet boyutlarda kentleşmenin, daha doğrusu kırsal alanın şehire dönüşmesinin (urbanization) çok yeni bir oluş olduğunu belirtmeliyiz. Grafikler ilginç: Bu inovasyon merkezlerini inceleyen pek çoğunda iki yüz sene pek bir değişim görmüyorsunuz, fakat birdenbire nüfus patlıyor, inovasyon tavana vuruyor, bilgi hızla yukarı çıkıyor, özgürlükler artıyor ve şehir tepe pozisyona çıkıyor.

Şehirler inovasyonun motoru olmasına rağmen, herkes şehirlerin, özellikle şu kenarlarından etrafa doğru iştahla yayılan bugünün megapolislerinin, 'güzel' olduğu fikrinde değil. Bu şehirler sanki vahşi tabiatı aç bir şekilde yiyen bir tür makina görüntüsü veriyor, ve bazılarının bu makinanın bizi de yiyip yemediği hakkında bazı düşünceleri var. Soru şu: Son zamanlarda görülen ve büyük ölçeklerde meydana gelen şehirlere göç bir ihtiyaç mı, yoksa bir gereklilik mi? İnsanlar şehirleri daha iyi fırsatlar sunduğu için mi çekici buluyor, yoksa başka bir seçeneği kalmadığı için çaresizlikten mi seçiyor? Bir insan köyün kokularını, havasını bırakıp, kötü kokulu, tavanı akan gecekonduya gelmişse, bunu mecbur olduğu için mi yapmış demektir?

Başlamadan önce hemen belirtelim: Her şehir hayatına bir gecekondu mahallesi olarak başlamıştır.

Her şehir hayatına gecekondu mahallesi olarak başlar. Bir bölgede önce bir sezonsal bir kamp oluşur, paranın, alışverişin, ticaretin, yaşamın serbestçe, ihtiyaca göre şekillendiği bir tür kamptır burası. Rahatlığına düşkün olanlar böyle yerlere gelmez, çünkü kötü kalite, kirlilik istisna değil kaidedir. Avcılar, öncüler, tüccarlar, kendine yerleşecek yer arayan gezginler burada birkaç gece kalacak konaklama bulurlar. Eğer bu kamp iyi bir yerde ise, dağınık bir köye, ya da komforsuz bir kale / hisarıcı yerleşim birimine dönüşebilir. Eğer koyun yeri büyümeye elverişli ise merkezin etrafında halkalar halinde gecekondular oluşur, ve büyümeye başlar, bu durum köy bir kasabaya dönüşünceye kadar devam eder. Kasaba zenginleştikçe idari, dini bir merkez (center) edinir, ve şehrin etekleri idare edilemez, plansız bir şekilde uzamaya devam eder. Hangi çağda, hangi yüzyılda olduğu hiç farketmez, bir şehrin o sürekli aktif 'ciğeri', şehrin yerleşik eski yaşayanlarını rahatsız ve şok eder. Yeni gelenlere kötü gözle bakma hissiyatı, dünyadaki ilk şehrin tarihi kadar eskidir. Romalılar kasabalarının eteklerindeki "çürümüş, ıslanmaktan şişmiş, dökülen, bozuk" gecekondulardan, kulübelerden aynen bu kelimeleri kullanarak şikayet etmiştir, hatta bu evleri yıkmak için asker gönderdikleri bile olmuştur. Fakat birkaç hafta sonra bu evlerin aynı yerde tekrar yapıldığını, ya da yakın başka bir yere taşındığını gözlemlemişlerdir.

Babıl, Londra, ve New York şehirlerinin hepsi bu tür 'istenmeyenler, dışarıdan gelenler' tarafından yapılmış ve bazen içinde şaibeli tiplerin de gezindiği, iş yaptığı gettoları, gecekondu mahalleleri olmuştur. Tarihçi Bronislaw Geremek'e göre Orta Çağ'da Paris'in büyük bir kısmını fakir bozuk mahalleler oluşturuyordu. Paris'in en şaşalı zamanı 1780'li yıllarda bile şehrin yüzde 20'sinin ev denebilecek bir yerleşim birimi yoktu; insanlar derme çatma kulübelerde yaşıyorlardı.

San Fransisco zaten gecekonducuların kurduğu bir şehirdir. Rob Neuwirth'in kitabı Gölge Şehirleri'nde çok güzel işlediği gibi 1855'te bu şehirde yapılan bir araştırma "şehir sakinlerinin yüzde 95'i oturdukları yerin kanuni izinine sahip olmadığını" ortaya çıkarmıştır. Neuwirth durumu şöyle anlatır: "Etraftan gelip bir yerlere yerleşen insanlar her yerdeydi.. çolluk yerlere, askeri alanlara, her yere yerleşiyorlardı. Bir görgü tanığına göre bir gün bomboş olan bir alan, ertesi gün yarım düzine gecekondu ve çadırla dolmuştu".

Philadelphia için durum farklı değildi; bu şehir aynı şekilde bir gecekonducular şehridir. Ya da Shangai'da, 1940 tarihine kadar her 5 kişiden 1'i gecekonduda yaşıyordu. Bu bir milyon kişi içinde yaşadıkları mahalleyi sürekli iyileştirdiler, inşa ettiler (upgrade) ve sadece bir nesil içinde yaşadıkları o derme çatma kent, 21. yüzyılın ilk şehirlerinden biri haline dönüştü.

Süreç şöyle işliyor: Zaman geçtikçe gecekondu mahalleleri kalıcı hale geliyor. O andaki ihtiyaç için hemen kurulan barınaklar iyileştiriliyor, altyapı uzatılıyor, ve geçici sağlanan servisler resmi hale geliyor. Fakir, gayri-resmi ekonomide bazen şaibeli işlerle çalışan insanların yeri, birkaç nesil sonra zengin, gayri-resmi ekonomide bazen şaibeli işlerle çalışan insanların yeri haline geliyor. Gecekonduları doğurmak şehirlerin yaptığı bir iştir, ve şehirleri büyüten zaten bu gecekonulardaki yaşamdır. Dünyanın her modern şehrinin her mahallesi, aslında başarılı olmuş eski bir gecekondu mahallesidir. Bugünün derme çatma kenar mahalleleri yarının anlı şanlı semtleri haline geleceklerdir.

Eskinin fakir gecekondu mahalleleri yeni fakir gecekondu mahalleleriyle aynı yolu takip ediyorlar. Bu mahallelere ilk bakış, her insanda bir 'kirlilik' ve 'kalabalık' duygusu uyandırıyor. 1000 sene önceki bir gettoda ya da bugünkü bir mahallede barınaklar, plansız ve bozuk. Her yerden keşif kokular geliyor. Aynı zamanda her yerde enerjik, canlı bir ekonomik aktivite var. Her mahallede yiyecek yerler (eateries) mevcut, barlar bile görülüyor. Çoğunda kalacak yer, ya da bir kiralık yatak ayarlamak mümkün. Canlı hayvan, taze süt, marketler, berberler, sıfacılar, şifalı ot satanlar, tamirciler, "güvenlik" hizmeti satan güçlü silahlı kişiler.. hepsi burada. Gecekondu şehirleri hep bir tür "gerçek şehrin gölgesi" olagelmişlerdir, onlara paralel bir evrende yaşayan alternatif şehirler bile denebilir; ama bizce, bu durum onları daha az şehir yapmaz.

Bu tür göçebe anlık oluşturulan şehirlerin ortaya çıkardığı yaratıcı enerjiler oldukça çekici aslında. Öyle ki, onları sadece o yabanı, uymaz, dağınık ruhlarının verdiği zevk için bazen suni şekilde yaratıyoruz. Nevada çölünde her sene düzenlenen sanat festivali Burning Man'ı ele alalım. Bu festival tam anlamıyla yarı-legal olarak içinde yaşayanları tarafından kurulan ve idare edilen anlık bir göçebe şehridir. Portatif tuvaletlere sahip olan bir gecekondu mahallesidir. Burning Man şehri her sene 40,000 kişiyi kendine çekiyor, insanlar çadırlarda, derme çatma kulübelerde, barınaklarda kalıyorlar ve her gecekondu mahallesinde olduğu gibi birbirleri ile alışveriş, pazarlık yapıyorlar, az olan eşyalarını ya da becerilerini başkaları ile paylaşıyorlar. Sakinlerinin oluşturduğu bu yapı ve ortaya çıkan hediye ekonomisi gerçekten heyecan verici. Burning Man fütüristik gecekondu yapılanması hem geçici hem de çok yoğun olduğu için hayatımda gördüğüm en yüksek konstrasyondaki yaratıcılık potansiyeline sahip bir yer.

Stewart Brand'in yeni kitabi Tum Dunya Disiplini'nin "Şehir Gezegen" adlı bölümünde "şehirler zenginlik üreten yerlerdir, hep böyle olmuştur" söylemi önemli. [..] "Dünyadaki 40 megaşehir nüfusun yüzde 18'ine sahip olmasına rağmen, ekonomik üretimin üçte ikisini, ve patent edilmiş 10 inovasyondan 9'una ev sahipliği yapıyor". Bir Kanadalı demografi uzmanına göre GDP büyümesinin yüzde 80 ila 90 arası şehirlerde gerçekleşiyor. Bir şehrin en yabanı (rugged) kısimleri çoğunlukla en üretken sakinlerini barındırıyor. Mike Davis'in Gecekondu Gezegeni adlı kitabında belirttiği gibi "kaldırımlarda gezinen tipik bir Hintli fakirin streotipik algılanışı aç, bilaç, kırsal kesimden yeni gelmiş, ve paraşıtık dilenme ile yaşayan bir köylü tiplemesidir. Fakat yeni bir araştırma bu kişilerin evlerinin yüzde 97'sinde ekmek parası kazanan biri olduğunu ve yüzde 70'sini en az 6 senedir şehirde yaşadığını" ortaya koymuştur. Gecekondu sakinleri genelde yakınlarındaki zengin mahallelerinde bulunan az ödeyen servis işlerinde çalışmaktadırlar, aslında paraları vardır fakat gecekondu mahallesinde yaşarlar çünkü orası işlerine yakındır. Bu kişiler pratik / yaratıcı (industrious) oldukları için hızlı ilerlerler. Bir Birleşmiş Milletler raporuna Bangkok'ta nispeten eski sayılabilecek bir gecekondu mahallesinde her evde ortalama 1.6 televizyon, 1.5 cep telefonu, bir buzdolabı, ve bu evlerin üçte ikisinde çamaşır makinası, CD-çalar, yarısında telefon hattı, ve motorsikleti olduğunu ortaya çıkarmıştır. Rio'nun "favelas (gecekondu mahallesi)" bölgesinde birinci nesil gecekondu sakinlerinin okuma / yazma oranı yüzde 5 iken, çocuklarının okuma yazma oranının yüzde 97 olduğu görülmektedir.

Bu gelişimin bir bedeli var tabii ki; şehirler her ne kadar canlı, enerjik ve dinamik olsalar da, etekleri rahatsız edici olabiliyor. Bir varoşa girmek için çoğunlukla "kaka yolu"ndan geçmeniz gerekiyor... Kaldırımda dışkı, kenarda üst üste yığılmış toplanmamış çöpler görülmekte.. gelişmekte olan ülkelerin bu tür mahallelerine çok gittim ve bu görüntülerin eğlenceli olmadığını söylemeliyim, özellikle oraların sakinleri için. Dışarıdaki bu kirliliği telafi etmek için çoğunlukla varoş evlerinin içi şaşırtıcı derecede ferah ve sakinleştirici olur. Etraftan toplanmış / geri dönüşümü yapılmış (recycled) materyaller duvarlara konmuştur, her yer rengarenktir, ufak tefek dekoratif cisimlerin durduğu bir yer komforlu bir hava yaratır; Tabii çoğunlukla tek bir odada, normalde orada olabilecekten daha fazla insan bulunur, ama bir varoş evi çoğunlukla bir köy kulübesinden daha fazla komfor içerir. Çalıntı elektrik sürekli işlemiyor olabilir, ama en azından elektrik vardır. Suyun aktığı tek musluk önünde sıra olabilir ama köydeki kuyudan daha yakındır. Tıbbi ilaç pahalıdır ama mevcuttur. Mahallelerinde öğretmenleri "okula gelen" okullar bulunmaktadır.

Bunun bir ütopya olduğu iddia edilemez. Yağmur yağdığı zaman varoşlar bir "çamur şehrine" dönüşür. Akla gelebilecek her şey için rüşvet istenmesi, verilmesi üzüntü vericidir. Buna ek olarak gecekonducuların evlerinin daha diğerlerine göre düşük, kalitesiz seviyede olmasından duydukları utanç vardır. Maksimum Şehir adlı kitabın yazarı Suketa Mehta'nın söylediği gibi "bir insan köydeki manzaralı, tuğla evini bırakıp niye buralara gelir?". Kendi sorusunu şöyle cevaplıyor: "gelir çünkü oğlunun şehrin kuzeyinde bir yerlerde iki odalı bir ev alabileceğini hayal eder. Daha küçük çocuğunun daha da ileri gidip belki New Jersey'e taşınabileceğini umar. Şimdilik rahatsızlık çekiyor olabilir, ama o bu rahatsızlığı bir yatırım olarak görür".

Mehta şöyle devam ediyor: "Hint köyündeki bir genç için Mümbai'nin çekiciliği sadece parayla ilgili değildir, özgürlük ile de alakalıdır". [..] Aktivist Kavita Ramdaş şunu ekler: "Köydeki bir kadının tek yapabileceği akrabalarının ve kocasının emrine uymak, yemek hazırlamak ve şarkı söylemektir. Ama kasabaya gelirse, iş sahibi olabilir, iş başlatabilir, ve çocuklarının eğitim alabilmesini sağlar".

Araplı Bedeviler bir zamanlar dünyanın en serbest, en gezgin insanları olarak bilinirdi. Bu insanlar büyük çölleri istedikleri anda geçer, yıldızın altında istedikleri yerde kurdukları bir çadır altında konaklar, hiç kimseyi patron tanımadan yaşarlardı. Fakat Bedeviler de artık göçebe hayatlarını terkedip Arap körfez ülkelerinin hızla büyüyen gettolarında yapılan apartman dairelerine taşınıyorlar [.]. Bedeviler de şehirlerin çekiciliğine kapılıyorlar, ama oraya doğru "çekiliyorlar" kimse onları oraya doğru "itmiyor". "Her zaman eski hayatımıza dönebiliriz" diyor bir Bedevi, ama ekliyor "fakat bu hayat eskisinden daha iyi. Önceki hayatımızda tıbbi yardım yoktu, çocuklarımız için okul yoktu". 80 yaşındaki bir Bedevi lideri en iyisini söyledi: "[Böylece] çocuklarımız büyüdüklerinde daha fazla seçeneğe sahip olacaklar".

Göçmenlerin şehre gelmeleri gerekmiyor. Ama milyonlar üstüne milyonlar, köylerinden, çöllerden, arazilerinden çıkıp geliyorlar. Niye geldiklerini onlara sorarsanız, Mümbai'nin varoşlarındaki insanların ya da Bedevilerin verdikleri cevabın aynısını alıyorsunuz: Fırsatlar için geliyorlar. Aslında eski yerlerinde kalabilirler. Her sezon olagelmiş kuraklıklar, seller buralarda tarihin kendisi kadar eski. Dağ yamaçlarında tarım yapmanın kadim zorlukları bilinen şeyler.. Doğanın müthiş güzelliği, ailenin daha yakın olması ve yakın çevrenin sıcak desteği aynı şekilde. Eğer fırsatlar haricinde geri kalan tüm faktörler her iki tarafta eşit olsaydı, kim bir Yunan adasını, Himalaya köyünü, güney Çin'in yemyeşil bahçelerini bırakmak isterdi ki? Genç kadın ve erkekler köydeki evlerinde kalıp tarımın o tanıdık ritmlerine, annelerinin, babalarının takip ettiği küçük yerlerde kabul gören türden el işi, zanaate adapte olabilirlerdi. Bu araçlar hala geçerli. Eski gelenek hala aynı eski iyi sonuçları üretiyor. Kırsal kesimde çok az şey değişti. Yanlız artık gençlerin televizyonu var, daha büyük kasabalara ziyaretler var, ve nelerin mümkün olduğunu biliyorlar. Kalabilirlerdi. Fakat köydeki seçeneklerinin azalmamış olmasına rağmen, koyun dışında, şehirlerde seçenekler o kadar fazlalaştı ki bu durum kıyasla köylerin bir hapishane gibi görünmesine yol açıyor. Evet Amish gibi yaşamak mümkün. Ya da Wendel Berry gibi. Binlerce yıl ataların yaşadığı gibi minimalist bir şekilde yaşanabilir, kalıp teknoloji kullanımını arttırmamak mümkün. Ama onlar, gayet istekli, iştahlı bir şekilde şehirlere doğru koşuyorlar.

Yani bu insanlar arkada ne bıraktıklarının gayet iyi farkında olarak sonu açık bir ortam olan şehre doğru akın ettiler. [..]

Bir kere bir Himalaya köyündeki kerpiçten yapılmış bir Sherpa evinin duvarında Manhattan metrosunun haritasının kazılmış olduğunu görmüştüm. Herhalde şaka yapmak isteyen bir seyahatçı teknolojik uyumsuzluğa atıf için bu resmi oraya koymuştu. Ama Afrika'nın ve Asya'nın çoğu yerinde country-western [1] müziğini sessiz bir sokakta duymak o kadar 'uyumsuz' değil. Bu müziğin beklenmedik bir enternasyonel alıcısı var. Kenya'da bir numaralı şarkıcı Kenny Rogers. Bu ülkede birden fazla pür country çalan radyo istasyonu var. Dolly Parton Güney Afrika'da satış rekorları kırıyor. Johnny Cash'in yorumlanmış, değiştirilmiş şarkıları Afganistan'da duyulabiliyor - insanların kırsal kesimi terkettiği her yerde country müziğini beğenenler oluyor. Yani tüm dünyada. Anlaşılıyor ki daha iyi günler hakkında acılı nağmeler, müziğin sözlerini anlamasanızda, evrensel bir şekilde insanlar tarafından anlaşılabiliyor. O ağlamaklı sesler çıkaran slide gitar, kent eteklerindeki yeni evinde oturan milyonlarca insanın hissettiği nostaljiye en iyi arkadaş. Arkada bıraktıkları kırsal ortamı özlüyorlar ve bu özlemi Kenny Rogers'ın şarkılarında duyabiliyorlar. Country müziğin Amerika'da ortaya çıkışı, canlı çiftlik şehirlerinin çözülerek kent banliyösüne (suburb) dönüştüğü zamana denk gelir. Şehirlerarası yollarda, işçilerin arasında ve şehir eteklerindeki düşük kiralı evlerin olduğu yerlerde çalınıp, geride kalanları yadeden rahatlatıcı bir hatıra görevi görür. Belki de bu şarkılar bu insanlar için daha fazla aksiliği uzak tutan bir tür nazar boncuğu. Şehiri ve teknolojinin faydaları bedava değil, bu bedeli insanlar acılı müzik eşliğinde iç geçirerek ödüyor.

Fakat bugün de, aynen geçmişte olduğu gibi, şehire doğru olan kitlesel göçün öncüleri yerleşik düzeni olan, ama daha fazla fırsat ve özgürlük için rahatsızlığı göze alarak varoşlara gelen insanlardır. Fakirlerin şehire gelişinin sebebi, zenginlerin teknolojik bir geleceğe doğru gidişinin sebebiyle tıpatıp aynı: Daha fazla seçeneğe ve daha fazla özgürlüğe sahip olmak.

[1] Country müzik Amerika'nın arabeski olarak adlandırılabilir. Bilinen espri şu: "Bir country şarkısını geriye doğru çalarsan ne olur? Cevap: Köpeğin iyileşir, araban kendiliğinden tamir olur, seni terkeden karın geri gelir". Country müziğinde de ağlamaklı, "acılı" sözler, nağmeler vardır.